9 Şubat 2010 Salı

Come On Chicks

Canım sıkkın, ekrana bakarken elim istemeden bir klasöre gitti, aslında içimdeki bu isteksizliğin asıl sebebi özlemdi. Açtım doya doya fotoğraflara baktım o güzel anımızı canlandırdım. Gelin bu güzel anımı en baştan başlayarak anlatayım.
Bundan yaklaşık dört buçuk sene önceydi, okuldan çıkmış otobüs ile eve giderken cep telefonum çaldı, baktım yurt dışından tanımadığım bir numara. Hem bir İzmir'li olarak, belediye otobüsünde açılan telefon stresini yaşamamak için hem de tanımadığım bir numaranın gerginliğini yaşamamak için meşgule attım. Bir daha aradı yine meşgule attım. Israrcı bir kaç kez aramanın ardından, bu numaradan bir mesaj geldi; "açsana lan". Kimdir bu, nedir demeye kalmadan eve yakın bir durakta indim ve iner inmez tekrar telefon çalmaya başladı, açtım ve karşımdaki ses; "bu bir ücretli aramadır..." kabul ettim, bu sefer telefonun ucundaki sesi hemen tanıdım, bu Max'dı (Max Cavalera "Soulfly"). "Olm niye açmıyon lan şerefsiz" tipindeki konuşmalarından sonra İstanbul'a geleceğini öğrendim, bu habere cidden çok sevindim. Bu mutluluğu hemen en yakın arkadaşlarım Öğünç, Cem ve Caner'le paylaştım. Yapılan planların ardından bizim oğlanı görmeye İstanbul'a gittik. Önceden giden Cem, sağ olsun kalacağımız yeri organize etmiş, Barış da yardım etmiş. 3 gün 3 gece goriller gibi ıslak hambuger yiyip, it gibi bira içtik. O gece geldi çattı, Max'ı görecektik. Nasıl efendi, nasıl kadirşinas bir çocuk anlatamam size. Bize bir eğlence tertiplemiş Yeni Melek Gösteri Merkezinde. Böğür eğlendik, böğür eğlendik...
Kısa ama her dakikası dolu dolu 4 gün geçirmiştik. Şimdi buralarda canım sıkılıyor siz yokken. Caner Japonya'ya gitti, belki her gün konuşuyoruz ama yetmiyor. Öğünç Ankara'da, telaşesi var hayvanatlardan yana. Cem de askere gitti, çok az haberleşiyoruz...Olm çok özledim lan sizi...

8 Şubat 2010 Pazartesi

Evet

İnsanoğlu farketmez hayatına giren küçük detayları. Nasıl onunla bütünleştiğini, nasıl hayatının bir parçası olduğu. Aynı şekilde kelimeleri nasıl öğrendiğimize dikkat etmeyiz. Bir anda çıkar ağzımızdan, bir de bakmışız cümleler içinde geziniyor, anlatım yeteneğimize ışık tutuyor. Hatta ağzımıza pelesenk oluvermiştir bazıları da...
Bu hikaye de öyle olanlardan bir tanesinin hikayesi. Onun adı; "e yani". Unisex bir kelime, kullanım yerine, mimiğe göre çok değişik anlamlar katabilir olaylara. Açıkcası bayanlara daha çok yakışıyor gibi geliyor bana ama malum zevk meselesi, belki de bayanlar daha çok kullanıyor diye ben öyle yakıştırdım. Dedim ya kullanım yerine göre şekli değişiyor diye; kafanızı hafif italic yapıp, göz kapaklarınızı da hafif açıp, kapatarak söylerseniz; "sana katılıyorum ama yeni fikirlere de açığım" demek oluyor. Ha gerdanınızı çıkarta çıkarta, kafanızı geriye yaslayıp, gözlerinizi de patlatarak söylerseniz; "tabi ki dediğin doğru, bunun doğrusunu ben biliyordum ve sen yeni fark ediyorsun" anlamı katıyor hem de birazcık küçük düşürücü bir tavırla, hatta herıld efekti ile süslenebilir.
Şimdilik aklıma gelenler, yaptığım gözlemler bunlar, bilmediklerim varsa siz de eklersiniz ama benim en uyuz olduğum tavrı anlatmak istiyorum şimdi size. Çaresizliğin doğurduğu "e yani". Dostlarım o ifade ile bu kelimeyi duyarsam içimde oluşan kini, nefreti inanın bana Children Of Bodom parçaları bile anlatamaz. Menünden uçan tekme sipariş ederim kelimeyi sarf edene, küfür sarrafı ederim onu edebiyat aleminde...Neden mi bu kin? Neden bu mi bu nefret? Çünkü o söylemin altında şu yatıyor; "hıhı tabi, yarım dinliyorum seni ve bu konu hakkında pek fikrim yok keza diyecek bir lafım da yok, bari sana katılıyormuş gibi yapayım da en azından egonu tatmin edeyim, beni bu durumdan sadece e yani kurtarır". Bir de bunu hafif gülümseme ile yaparlar, anırma şekilde; e yani ıghaıgha...